Sayfalar

1 Aralık 2011 Perşembe

Küçükken Şiir Yazan Utangaç Kızın Olağanüstü Hikayesi-1

Hatırlar mısın, günün birinde üç ortalı çizgili küçük boy deftere şiirler yazan ufak bir kız vardı. Bir gün bu defter, haberi olmadan ilkokul 2. sınıf öğretmeninin eline geçmişti, annesi sayesinde! Anneye içten içe kızan küçük kız utancından ertesi sabah okula nasıl gideceğini bilemiyordu. Dünyasını anlattığı o şiirler, kızın o çok sevdiği, ileride erkek meleği gibi anımsayacağı biricik öğretmeni tarafından okunacaktı! Aradan haftalar geçti, artık sabrı taşan kız: "Öğretmenim defterimi geri verebilir misiniz acaba? Yeni şiirlerimi nereye yazacağımı bilemiyorum da..." Öğretmeni o bildik bembeyaz gülümsemesiyle başını okşadı kızın: "Getireceğim, bir de hediyem var bir kaç gün daha bekle olur mu?" Olur anlamında başını salladı kız. Zaten ne zaman bu gülümsemeyi görse büyüleniyordu...
Bir kaç gün sonra söz verdiği gibi öğretmeni teslim etti defteri, bir de şiir kitabı... "Sevgiyle Dönsün Dünya"
Küçük kız kitaba dokunduğu an sanki sihirli birşeyler olmuştu. Tıpkı kapaktaki gibi şimdi dünyalar onundu. Nedendir bilinmez, kitabın adı ve kapağı bir yerlerden duyduğu çocuk şarkısını hatırlattı ona:
Bir dünya bırakın biz çocuklara
Göklerde yer açın uçurtmalara
El ele el ele verin çocuklar
Oynaya oynaya gelin çocuklar
İçinde melodilerle okudu okudu kız şiirleri. Kendi şiirleriymiş gibi benimsedi hepsini. Beste bile yaptığı bazılarının üzerine. Öksüz Çocuk, Yabancı Ülkedeki Çocuk hüzünlendirdi onu. Resim Yaparken ilham oldu resimlerine. Dünyayı Bana Verseler'le hayallere daldı.
Üzerine Beste Yaptığım Oyun şiiri
Ve günler günleri kovaladı, küçük kız büyüdü, büyüdü genç bir kız oldu. Nasıl olduysa bir taşınma esnasında şiir defteri kayboluvermişti. En azından kitabın yerinde duruyor olmasıyla teselli buldu kız. 10 küsür yıl geçmişti aradan.  2 yıl önce bu zamanlar, İstanbul'da düzenlenen kitap fuarına imza günü için gelecek yazarların isimlerini kontrol ediyordu kız. Birden ekranda bir isme takıldı gözü: Hüseyin Yurttaş. Bu ismi hatırlıyordu elbette. Mavi önlük giydiği o yıllardan sonra bir çok şair abisi-amcası olmuştu fakat bu ilkiydi, nasıl unutabilrdi...
Nihayet o gün geldi ve genç kız stantlar arasında dolaşıyor, o şiirdeki ozan amcasını arıyordu. Mırıldandığı dizeleri kalabalıkta kendi bile duymuyordu:
Ve durdu birden. aradığı yer burası olmalıydı. Annesinin eline yapışmış ufaklık, memnun bir ifadeyle imzalı kitaplarını aldı, anne parayı ödedi ve uzaklaştılar. Böylece standın önü boşalmış ve genç kız kitap imzalayan yaşlı adamı görmüştü. Böyle hayal etmemişti ozan amcayı, daha doğrusu hiç hayal etmemişti! Doğru yerde miydi acaba? Heyecandan etrafı biraz bulanık görüyordu galiba. Nasılsa anladı ki stand bir uçtan bir uca elinde tuttuğu kitabın yeni basımlarıyla kaplıdır (Çok sevdiği kapak değişmiştir).
"O elindeki hangi milattan kalma?" Etrafa bakınırken yazarın dikkatini çektiğini farketmemişti genç kız. Esasen dikkat çeken daha çok elinde büküp durduğu kitabın eski kapağı olmuştu. "Merhaba" dedi utangaç kız. Bükülü kitabı bir de diğer tarafa eğip kendince düzeltti ve "Başucu kitabım olur" diyerek takdim etti ozan amcaya.
96 basım Sevgiyle Dönsün Dünya 2009 basımlar arasında nostaljik ama bir o kadar sevimli göründü. Ozan amca kaybettiği bir çocuğunu bulmuş gibi dudaklarında tarifsiz bir şaşkınlıkla hala elindekine bakıyordu. Bu sırada genç kız kısaca hikayeyi anlattı. Ozan amca imzalamak için ilk sayfayı çevirdi. fakat orada erkek meleğin notu ve imzası bulunuyordu:
Bir sayfa daha çevirdi ozan amca:
"Bir de ben imzalayayım o zaman"
"Çok memnun olurum"
"Nerden nereye ha!"
"Öyle..."
Görünüşe göre teşekkür edip gitme vaktiydi. Durdu:
"Ama artık şiir yazamıyorum..."
"Neden bıraktın?"
"Bilmem çocukluğumu kaybettim galiba, üstelik defterim de kayıp"
"..."
Şair amca sağlık olsun bakışıyla yetinmişti. Oysa genç kız bir kaç teselli sözcüğü için yalvarır gibi söylemişti son cümleyi. Hem bizlere şiirler yazan, o şiirlere sevgi dostluk ve barış koyan, bir de ekmek ve özgürlük koyan ozan amcalardan başka kim bilebilirdi ki doğru sözcükleri? İçi az biraz burulmadı değildi...
Yine de içtenlikle teşekkür etti genç kız. Sonra bir iki adım geride bıraktığı utangaçlığını giydi. Göğüs hizasında taşıdığı mavi dünyası ve gülümseyekalmış dalgın ifadesiyle çeyrek zaman daha dolaştı.
Erkek meleğim ve ben - karne günü :) 

23 Kasım 2011 Çarşamba

HAKETTİM!

Açmadım dahi derslerin kapağını
İmdi gelib çattı imtihan zamânı

Kaç vakittir de izleyemediğim Leyla ile Mecnun'un may feyvırıt sahnelerinden biri... bu kez bana gelsin madem :))


27 Ekim 2011 Perşembe

GÖZLERİM RENKLİ DEĞİL

Gözlerim renkli değil benim. Siyah, bir renk değil. Derler ki simsiyah olmazmış gözler, koyu olur ama illa kahve olurmuş.
Pencereden vuran güneşe dönüp kızkardeşimle birbirimizin gözlerinin içine baktığımız vakitler öğrendim ki, kahverengidir benimkiler de. Kahverengi, bir renktir elbette. Fakat herkes görmeyecek. Görmek için yakından bakmalıdır. Tâ içine.
O değil de Cafe Crown'un genç Türk kahvesi çıkmış çok beğendim. (Bu ne şimdi? Dokunaklı bi edebiyata giriş yapmışken aklıma böyle şeyler gelmese hayatım daha kolay olurdu... Neyse birşey olmamış gibi devam edeyim)
Düşünüyorum da gözlerimin gerçek rengini asla bilemeyeceğim. Aynaya baktığımda ben de siyah görüyorum onları. Unutuyorum aslında kahverengi olduklarını. İsterim ki birileri hep yakın dursun ve ve zaman zaman hatırlatsın. "Renkli Göz'den kasıt mavi veya yeşildir" diyeceklere inat gözlerimin rengini anlatsın.
Bilmem gerek gözlerim hangi renk
Ellerim güzel mi
Üşümüş müyüm
Son zamanlarda durulmuş muyum
Kirpiklerim nemli miymiş
Kalbim ağrıyor muymuş
Gözlerim bugün hangi renk
Ne yazık ki pek azı yakın durmuştur. Herhalde bu yüzden bir çokları "Siyah!" demişlerdir. Ve ne yazık ki siyah bir renk değil...


4 Ekim 2011 Salı

"Like A Sleepy Blue Ocean"

<3

Bu ara bi de şunları çok dinliyorum:
 http://www.youtube.com/watch?v=vjncyiuwwXQ tam benlik şahane birşey
http://www.youtube.com/watch?v=Rj4lg5_dO2k -----------pure friendship
http://www.youtube.com/watch?v=ExTsO_q19II ----------oo mahaay lav
http://www.youtube.com/watch?v=QrojFR7jM9E ------------elvis başkadır
Başka neler yapıyorum, sonunda yerleştim düzenli okuluma derslerime gidip gelmeye başladım gibi inşallah. Öyle bir program yaptım ki kendime, bölüm derslerimden çok farklı dersler var: Arapça, İspanyolca'ya başladım Osmanlıca var bir de. İslami Felsefe Tarihi, Mümtazer Türköne'nin Devlet teorileri dersi, Ali Murat'ın Sosyolojiye Giriş'i hep korsan katıldıklarım. Programıma bakınca mutlu oluyorum. 
Facebook ve Formspring'i dondurdum, Twitter'a da sadece telefondan tweet yolluyorum hal böyle olunca internet kullanımım epey düştü çok şükür. Kopamadığım birşey var ki "Müzik". Bu konuda da projem var bir süre uzak kalmak gibi ama hayata geçirmeye pek yanaşmıyorum şu an için.
 Haftalardır çantamda getirip götürdüğüm kitabımı bitirmeye karar verdim az kaldı, sırada daha çok kitap var onlara geçmeyi umuyorum, çokça okumayı umuyorum. Bu pazar İstanbul üniversitesi Avcılar kampüsünde Üds'ye gireceğim, şu 3-4 gün içinde çıkmış sorulara mı baksam ne... Aynı gün ekiple bir araya geliyoruz inşallah. Şadiye geçen hafta İstanbul'a geldi daha görüşmek nasip olmadı. Çok özledim lan.
Soonraa haftada bir gün film izlemeye karar verdim yine süper güzel filmler buldum. 
Bisav seminerlerine devam ederim yine. Ebruyla da arayı kapatmak istiyorum ama bu yıl var mı okulda bilmiyorum, başka yerde de vakit ayırmak zor...
Öyle işte bişekilde zamanı doldurcaz napak sıkıcı hayatımın sönük heyecanları a dostlar. En azından İstanbul her mevsim güzel, kardeşlerimi seviyorum, bir de iyki Allah var... 


22 Eylül 2011 Perşembe

Ne İzlemişim

 Uzun bir yaz dönemiydi. Bir kısmı yaz okuluyla  geçti. Diğer kısmında daha çok kendime ve sene içinde yaza ertelemek zorunda kaldığım ilgi alanlarıma vakit ayırdım. Bunlardan biri filmlerdi. Ne çok film not etmişim ki kenara, izle izle bitiremedim. Her türden vardı kısa kısa bahsedeceğim.

Öyle iki filmi üst üste izledim ki dostlar, asla üst üste izlenmemesi gereken iki film olduklarını anladığımda çoktan beynim mal gibi olmuştu. Vanilla Sky ve Eternal Sunshine Of The Spotless Mind. Konu ve senaryolar yönüyle tamamen farklı olsalar da uzak olmayan bir gelecekte gerçek olabilecek bilim kurgu alt yapısı taşıyorlar. ‘İzlemeseymişim çok şey kaçırırmışım özel ödülü’nü bu iki filme layık gördüm.

VANILLA SKY: (Tom Cruise)
---------spoiler içerebilir--------
Film size açıklayana kadar tam olarak neler olduğunu anlamak mümkün değil. Birden herşey değişiyor, gariplikleri farkediyor ama bir yere koyamıyorsunuz hele ki daha önce Lucid Dream hakkında birşey duymadıysanız. -Franz Ferdinand’ın böyle bir şarkısı vardı...- Tüm dikkati toplayıp izlemeli ve ayrıntılar kaçırılmamalı. David (Tom Cruise) ameliyathaneye götürülürken çalan ‘One Of Us’ ve sonlarda çalan ‘Good Vibrations’ renk katmış. Bu filmden kalan ise insepşınvâri bir his; bir kurmacanın içinde olduğunu sezdiğin anki gibi... uyanmak istersin.
 ---------spoiler içerebilir--------
Bu da filmden favori repliğim:
“...En sevdiği Beatles üyesi John’ken Paul olmuştu.”
“Ben daima George’u sevmişimdir.”

ETERNAL SUNSHINE OF THE SPOTLESS MIND: (Jim Carrey)
“Sil Baştan” adıyla Türkçe’ye çevrilmiş.
Birbirine taban tabana zıt bir kadın ve bir erkek tanışırlar. Üstelik aynı mekanda iki ayrı zamanda.
Yer yer eğleniyor bolca hüzünleniyorsunuz. En çok başını sevmiştim bu filmin, aynı sahnelerin sonlara doğru tekrarlanması hoş oldu. Bazen ben de öyle hissediyorum, bir sabah uyanıyorum beynim bomboş, hissiz... bir tuhaflık...
Harika soundtrack’larla film akıp gidiyor.  Aslında söylenecek çok şey var ama kesinlikle izlemeye değer...
---------------spoiler---------------
Kadının saç rengindeki değişimleri takip ederek olayı çözebilirsinizJ 
---------------spoiler---------------

The Soloist: Gerçek bir öykü. Üstün yetenekli bir Julliard öğrencisiyken sokaklara düşen şizofrenik müzisyen ile populer gazeteci rastlaşır arkadaş olurlar. Jamie Foxx’u ezberlediği onca replik için tebrik etmek gerek. O değil de benim kemanımın 4 teli sağlam ama çalmayı beceremiyorum...

Amelie: Orjinal adıyla Le Fabuleux Destin d’Amêlie Poulain
Fransız yapımı şirin mi şirin birşey bu. Müziklerini de Yann Tiersen yapmış tadından yenmiyor öyle güzel öyle munis beni de seviyo övmelere doyamam.

13th Floor: Bu film Bilim ve Sanat Vakfı’nda ‘Felsefenin temel problemleri’ semineri veren hocamızın tavsiyesiydi, anca izleme fırsatım oldu. Paralel evrenler sağlam bir kurguyla işlenmiş. Matrix’e yakın bir felsefesi var ve ondan önce çekilmiş ama onun kadar ilgi görmemiş.

İki özel filmim var bunları ilerde ayrıca bloglayacağım. Biri The Diving Bell And The Butterfly, diğeriyse I am Sam.

Tekrâra izlediğim filmler var; Good, Bad and Ugly bunu yüzmilyonlarca kez izleyebilirim. Sonracımaa bi akşam baktım salondan Brave Heart film müzikleri geliyor, amanınn dedim koştum bizimkiler tv’den izliyorlarmış, dublaj kötüydü gerçi... Hımm bu ikiliye Gladiator‘ü eklersek hayatımın 3 filmi olur. Matrix serisini izledim bir de.

Türk filmlerinden İncir Reçeli, Av Mevsimi ve Aşk Tesadüfleri Sever, Mustafa Hakkında Herşey
Av Mevsimi’nde oyunculuklar ve senaryo iyi olmakla beraber film gereğinden fazla uzundu, yine de izlediğim en iyi Türk polisiye filmlerinden biri. Ejder Kapanı’yla beraber sayabiliriz. İncir Reçelinde tanıdık oyunculara pek rastlamıyoruz ama iyi iş çıkarmışlar. Hem kaliteli, duygu yoğunluğu var hem de toplumsal bir önyargıya değiniyor... yılın filmi olabilir.
Aşk Tesadüfleri Sever  ise kendini filmde hasta ve yakışıklı Mehmet Günsur sayesinde izletse de  süpriz son dışında pek bir numarası yoktu. Abartılıp kabartılan filmler katagorisine dahil ediyorum.
Mustafa Hakkında Herşey iyi film.

Güya bölümümü sevmek biraz ilgi duymak adına –gerçi son sınıfa geldim bu saatten sonra ne faydası olacaksa- şu üç filmi izledim: Proof, 21, Pi. Bu üçlüye elbette herkesin muhakkak izlediği A Beautiful Mindı ve Fermat’s Room’u eklersek yeni başlayanlar için iyi bir dizi Matematik filmi olabilirler. Proof ve 21 iyi hoş filmlerdi de, Pi ne acayip birşeydi Allah’ım. Baştan sona tek bir şey anlamadığım, olayları çözme konusundaki özgüvenimi yerden yere vuran, üstelik gerilimli mistikli temasıyla ağzıma etmeyi başaran... cümleyi tamamlayamıyorum o derece! Sanırım uzun zaman önce izlediğim Donnie Darko ile birliklte ‘bir ara tekrar izlenmeliler’ listesinde yerini aldı.

Serendipity: Öve öve bitirilemeyen bu film hiç bir halta benzemiyordu. Filmden not edebileceğim tek şey: Adam kadına bir filmden bahseder, yıllar geçer kadın o filmin afişini görür. "Cool Hand Luke" yakın zamanda izleyeceğim inş.

Teklif, My Mom’s New boyfriend ve She’s on Duty(Güney Kore yapımı) bu 3 filmi romantik komedi dalında izlemiş bulundum. Fasa fisoydu öyle çerezlik izlemelik. Fantastik dalında ise Stardust. Ayrıca bu arada birkaç tane daha Kore dizisi aradan çıkardım. Kah atlaya atlaya izleyip kah bir kısmını arkadaşlara anlattırarak... Şimdi hatırladım bir de Gajini adında bir Hint filmi ve bir kaç da animasyon izledim yine çerezliklerden. Naruto'ya devam ettim. Ne bitmez animesin Naruto...

Böyle böyle 30 civarı film izlemişim. Aferim bana iyi halt yedim.  Bir süre ara mı vereyim ne...

18 Eylül 2011 Pazar

Para-Para PARADISE...

Stüdyodan daha 3-4 gün önce çıkmış dumanı üstünde şarkı. Nası benimsediysem, hani derler ya onunla yatıp onunla kalkmak, aynen öyle oldu. Uyandığımda aklımda melodisi oluyor...
Orjinal versiyon şuradan dinlenebilir ama ben daha ikinci günden youtube alemine düşmüş nefis bi live paylaşıcam. Bu adamları canlı izlemeye bayılıyorum. Chris zaten kendinden geçiyor, Guy Berryman bası harika...




17 Eylül 2011 Cumartesi

La Maison en Petits Cubes

2009 yılında kısa animasyon dalında oscar alması benim için önemli mi, değil. Ama bu sayede görme şansı elde ettim. Hiç haberim olmayabilirdi, es geçeceğim birşey olabilirdi ne kaçırdığımı bilemezdim. Defalarca ve defalarca izlediğim özel şeylerden biri oldu şimdi. 
Aklıma geldi bu ara, önce kıskandım,  tereddüt ettim (bazen bazı şeyleri aşırı sevip fetiş haline getiririm evet yaparım bunu) ama sonra diğerlerinin de tatmaya hakkı var dedim ve paylaştım facebook'ta, twitter'da ve daha bilmem nerelerde... Gariptir başka şey paylaşsanız -komikli ilginçli video, populer müzik vs.- anında tepki alır comment alır... Bunda öyle olmadı. Herhalde 12 dk. diye... Çok uzun bir süre 12 ve herkes fazla meşgul. Oysa herkesin bazen alt katlara inmesi gerekmez mi...

14 Eylül 2011 Çarşamba

TEOMAN


Geçen ay resmi internet sitesinden müziği bıraktığını duyurmuştu. Bir sürü yazıldı çizildi bırakamaz dediler, yakında geri döner dediler uçtular kaçtılar... Bayramın 3. günü İzmir’de verdiği son konserinde zorunlu olarak değil istediği için bıraktığını, müziğe geri dönmeyeceğini söylemiş. Durum ciddi gibi yani.
Doğrusu ilk duyduğumda çok da ilgilenmedim, hatta son albümüne de şöyle bir göz attığımı, birkaç şarkıyı dinleyip pek fazla benimseyemediğimi anımsadım.
Tamam iyiydi hoştu, -hakkında sansasyonlar çıksa da pek oralı olmaz toz kondurmazdık- yeri, şarkı sözleri apayrıydı, ortaokul lise yıllarımızdan bugüne dinleyegeldiğimiz nadir seslerdendi... ama şu saatten sonra yeni birşey yapmasa da eski şarkılarla idare ederdik biz.

Böyle düşündüm.
İşte sanırım tam da bu yüzden uzunca bir süre yokluğunu hissedemeyeceğiz. Hissettiğimiz zamansa muhtemelen keşke biraz daha devam etseydi de çamurdan bile olsa şarkılar yapsaydı diyeceğiz.

Ucundan kıyısından takip ettiğim kadarıyla gene iyi müzik yapan gruplar şunlar bunlar var Türkiyede ama ne bileyim kült olacak, yıllar sonra bile hatırlanıp dile dolanacak şarkılara rastlamıyorum.
Bi Gönülçelen daha gelmeyecek mesela. Bi Teoman daha gelmeyecek...

13 Eylül 2011 Salı

CAF CAF

 Yeni sayı dün çıktı bayilerde! Üstelik sadece 3 lira. Burayı takip eden pek yok amma velakin biz yine de reklamı yapalım. Yayını 3 ayda bire indiğinden beri bu dergi nezdimde kıymete binmiştir. Bir de alışkanlık mı yaptı nedir. Şimdi bir göz attım da http://www.cafcafdergisi.net/ adresine. Kapak çohiyi olmuş, aynı zamanda Yusuf abinin muhteşem dönüşünü böyle yüzümüze gözümüze sokuyor böyle yuvarlak yuvarlak kafalar. Çok hoş. İşte o kapak:
Neyse ben sevdiğim çizerlerin köşelerini merak etmekteyim. Şimdi koşayım gideyim dört nala hey! dergiyi alayım. See you.

14 Temmuz 2011 Perşembe

PEOPLE YOU MAY KNOW

Sırf daha fazla o listede gözükmesin diye adam eklemiş, akabinde kamyon arkası status update'lere maruz kalmışlığım olmuştur zamanında.
Nitekim öyle biri var ki 20 - 30 ortak arkadaşa rağmen orada kalmak zorunda. Halbuse ne çok severdim. Ne güzeldi sohbetinde olmak yanında bulunmak.
Dönüp dönüp bana bakması, sakladığı sevgi ve suçluluk karışımı bakışları. Zıt kutuplarda yaşasak bile, toplasan 3 gün barışık olsak bile nasıl da benzerdik birbirimize. Merhamet sanıyordum, belki de aşıktım ben ona çocuk aklımla.
İşte seni ona benzettim galiba. Burçlarınız aynı. Aynı aykırı duruş, orjinal fikirler, delilik-doluluk, yer yer vasat yer yer başarılı espriler, umursamaz tavırlar ve bütün bunların altında gizlenen hisli bir kalp. 
Bu kadar benzememelisiniz. 
Epeydir görüşmedek de onu kardeşimi tanır gibi tanıyorum yada öyle hissediyorum. O korkunçlu profil pikçırı benim için kendisinden uzak durulacak psikopat biri izlenimi vermiyor. Sadece gülümsüyorum ve Ayetel Kürsi ezberleyen biricik arkadaşımı hatırlıyorum o resimde. 
Sana gelince, biraz farklı... Tanımak denir mi ona bilemem ama biryerlerden tanıyorum seni, uzun hikaye. Nerden dahil oldun anlayamadım üstelik en sevdiğimiz Beatles üyesi farklı.
Yine büyük mü konuştum birilerini mi kınadım Allah'ım. Hernasılsa her karaladığını takibeder oldum işte. Bütün gereksizliklerin mal mal hareketlerin bile sevimli göründü. Bazen kendime kaçık olduğumu düşündürecek şeylere cesaret ettim sayende.
İşte söylüyorum hiç anlamayacaksın o bendim. Ne işim vardı, hiç karşılaşmamıştık. Birgün karşılaşırsak –ki mümkün- hiç renk vermeden sessizce var olacağımı tahmin edemezsin.
O bendim.
Belki de günlük hayatta ağzını şapırdatan, saçları yağlı kepekli birisin ne bileyim. Hiç hoşlanmam öyle saçtan. Değil mi, evet. Evet kabul ettirmeliyim bunu kendime yoksa herşeyinle seni kabul etme ihtimalimi düşünmek  zorunda kalırım ki bu da bütün antitezlerimi alt üst eder.
Yoo dostum yoo! Kepekli saçı sevmem bilesin.
Seni bir yerlerden tanıyorum. Hepsi bu. Daha ötesi yok. Bunun devamı gelmeliydi dahası olmalıydı sanki. 
Giriş-gelişme-sonuç diye öğrettilerdi lakin girişte kalakaldım. Yazık lan.
Böyle de  lanlı lunlu bitiririm gayet hoş başlamış bi yazıyı. 
~The End~

9 Temmuz 2011 Cumartesi

GİDEMESEM DE GÖREMESEM DE :(

Efsane bu gece İstanbuldaydı. Konsere beraber gidilecek erkek kuzen, güvenilir arkadaş, geri dönüşte kalacak yer vs. bulamadım. Hoş, bulsam da noğlacağıdı. Yine bir ihtimal ayarlanır mıydı ki bilemedim şimdi. O değil yakında Travis geliyor. Acı veriyor gençler, acı veriyor. Muhafazakarım, muhafazakarsın, muhafazakr! Ama damn maaannn müziği seviyorum!
Neyse efem olayı daha ziyade dramatize etmeden gecenin anısına paylşalım: 
Bon Jovi - Livin' On A Prayer

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...: "“Seninki kaç santim?” kampanyası yarım milyon insanın desteğiyle devam ediyor. Denizlerimizin ve balıkların geleceği için, iş işten geçmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."
Dayanamayıp katıldım kampanyaya arkadaşlar. Balıkların miniminnacık kalmasına gönlüm razı değil. Ahanda benim balığımın linki de bu: http://bit.ly/nmWFZa şayet tıklarsanız büyüyecek inş.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

HEEEEEEEEEYOOOOOOOOOO

The Red Hot Chili Peppers - Snow (Hey Oh) Album Version
~Mutsuz oldukça dinlemeli, rahatlamalı~

20 Haziran 2011 Pazartesi

STUCK IN A MOMENT YOU CAN'T GET OUT OF IT

tam aklıma geldiğinde ve öyle güzel bir zamanda çıktın ki shuffle mode'dan...
biliyorum kendimi toparlamam lazım. şu sıkıştığım anın içinden kurtulmam lazım. lütfen Allah'ım yardım et :(

27 Mayıs 2011 Cuma

LYS'ye Gireceklere Abla Püf Noktaları

Sevgili mini mini kardeşlerim, stres yumaklarım, kırmızı sivilcelilerim... Bu yazdıklarımı okuyanınız olur mu bilmem ama ortalıkta "LYS'ye de az kaldı hani" muhabbetleri döner olmasıyla birlikte her nasılsa 3 yıl öncesine avdet ettim.  Hislendim. Deneyimlerimi siz pek dokunsanağlayacak, pek çıtkırıldım, yarış atı muamelesi görmekten  çatlama  raddesine gelmiş garibanlarla paylaşayım dedim. Deneyim derken efendim, zamanında ÖSS adındaki müsabakada yarışmış neslin son temsilcilerinden sayılırım(2008). {Ne şanslı veletlersiniz var ya. Bizim "3 yılın emeklerini 3 saate mahkum etmek reva mı ulan?" tarzı serzenişlerimiz vardı be. Halbuse sizin öyle mi, lise 4 yıl oldu} Geçen yıl ise spor amaçlı LYS'ye katılmışlığım var.  Ayrıca ehliyet sınavlarına olsun, ales'e olsun, hazırlık atlama, erasmus gibi çok çeşitli dil sınavlarına olsun... tabi konumuzla ilgisi yok evet. Bir de gariiban dedim de, siz kiii YGS denen barajı geçmiş, rakiplerini hunharca elemiş at yarışını 1-0 önde götüren tayfa, sizi tenzih etmeliydim canavarsınız siz maşallah.
Gelgelelim merakla beklediğiniz püf noktalarına:

25 Mayıs 2011 Çarşamba

8 Mayıs 2011 Pazar

BOHEMİAN RHAPSODY by QUEEN

i don't wanna die, but sometimes wish i'd never been born at all

Ben bu şarkıyı geçenlerde baştan sona rüyamda gördüm! Nasıl mı? İlginçti hem de çok. Sanki şarkının canlandırmasıydı gördüklerim ve başroldeki bendim.
Eski çağlar belki Yunan-Roma... Şehir meydanında mahkeme kurulmuş, halk toplanmış. Ellerim bağlı, kalabalığın tam ortasındayım. Ben dediysem ben ben değilim, kadın da değilim, o zamana ait uzun dalgalı saçlı kavruk tenli bir delikanlıyım. [Freudcular yorum yapmadan önce belirteyim, şarkıya göre böyle olması gerekiyor.] Bu yüzden bunun bir rüya olduğunu biliyorum ama bir yandan da o kadar gerçekçi ki;
"Is this the real life, is this just fantasy?"
diyorum içten içe,
Annemle göz göze geliyoruz. Gerçek hayattaki annem değil, o çağlara uygun bir kadın o da...
"Mama ouuuu... didn't mean to make you cry..." Seni ağlatmak istemezdim anne.
Duygusal sahneler... şarkı devam ediyor, rüya da öyle. Sonra en ürperdiğim opera bölümü başlıyor.

6 Nisan 2011 Çarşamba

ACI ÜZERİNE AFORİZMALAR

Yokluğun diyorum, acı veriyor diyorum.
Yokluğun var olmasa nasıl hissederdim onu, var ise nasıl yok denir ki var olana? Yokun var olması... ah şu ontolojik çelişkiler...

Ne diyordum, yokluğun diyordum, acı veriyor diyordum. Keşke acının iyi bir şey olduğunu itiraf edebilsem kendime ve sana. Hele ki senden geliyorsa acı...
Böyle bir itirafın yeni çelişkiler doğuracağından endişe etmesem muhtemelen şunları da söylerdim, ağzımı açmışken bir kere:
O acı ki, yokluğunu yok etmek istememin sebebi.
O vakit her şey daha mı kolay olurdu dersin? Yokluğunu yok edebilsem yani... Anlamadın değil mi, dur anlatayım. Biraz bekle, bir yere gitme, bir namaz vakti kadar yanımda kal... Hepsini anlatacağım sana, dilim dönerse elbette.